Emperyalizme ve Oligarşiye karşı
DEVRİMCİ GENÇLİK


 

30 Mart l972 

Kızıldere unutulmayacak
 

Devrimci Gençlik. Özel Sayı, 28 Mart 1977

Bundan 5 yıl önce, 30 Mart 1972'de, ülkemizde ve bütün dünyada gözler bir Karadeniz köyüne, KIZILDERE'ye çevriliydi.

Mahir Çayan ve arkadaşlari, korkunç bir takip altında Ankara'dan Karadeniz'e geçmişlerdi. Burada, Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının idamını önlemek için Ünye Radar Üssü'nde görevli emperyalizmin 3 ajanını rehin alarak Niksar'ın bir dağ köyü olan Kızıldere'ye sığınmışlardı.

Günlerdir ülkemizde bütün devlet kuvvetleri, devlete karşı gelen, devlete isyan eden bu insanlarin peşine düşmüştü. Devlete karşı gelinemeyeceğini kanıtlamak gerekirdi. Bütün devlet kuvvetleri seferber edildi. Eski "devletlu" İsmet Paşa'ya çağrılar yaptırıldı. Mahir Çayan ve arkadaşlarını bulabilmek için yüzlerce insan işkenceye çekildi. Ülkenin her yanında tam bir savaş hali sürdürülüyordu...

Takipler alabildiğine sıklaştırıldı. Büyük şehirlerde yıldırım harekatları düzenlendi. Her ev, her oda didik didik aranmaya çalışıldı. Sokağa çıkma yasağı kondu. Beş kişiden fazlasının birlikte gezmesi suç sayıldı.

Nihayet, Mart ayının son günlerinde Mahir Çayan ve arkadaşlarının Karadeniz Bölgesi'nde olduklan tespit edildi. Mahir Çayan ve arkadaşlarını bulabilmek için yüzlerce insan gözaltına alındı. İlkokullar işkencehane olarak kullanıldı. İşkence, aleni, ortalıkta yapılıyordu. Karakollardan yükselen çığlık sesleri duyulmaktaydı. Hamile kadınlar işkence altına yatırılıyordu. Halkın umutsuz tepkilerinden bile çekinen, korkan egemen sınıflar, toplarıyla, tanklarıyla, komando birlikleriyle, generalleriyle, MİT paşalarıyla üşüştüler Karadeniz bölgesine. Ve muhbirlerinin ve cümle teknik olanaklarının yardımıyla halkın on yiğit savaşçısının Kızıldere köyünde olduğunu öğrenebildiler.

Mübalağasız, ordularıyla kuşattılar Niksar bölgesini. Kızıldere köyü savaş alanı oldu. Köy evinde 10 yiğit ve evin çevresinde sayısız asker, bu koşullarda bir çatışmaya girdi. 30 Mart 1972 akşamı, bütün teleksler, bütün rotatifler, dünya radyolarının hepsi aynı haberi iletiyordu; KIZILDERE’DE 10 KİŞİ KATLEDİLDİ!

Oligarşinin, tankı, topu, bazukası, paşası, maşası el birliğiyle, bu köy evinde kuşattıkları halkın 10 yiğit savaşçısını imha etmeyi nihayet becerebilmişlerdi.

10'lar, "biz buraya teslim olmaya değil, ölmeye geldik" diyorlardı. Ve öyle oldu. Teslim olmadılar. Direndiler. Öldüler.

30 Mart 1972, bundan böyle, devrimcilere yol gösteren bir direnme savaşının alevlendiği gün oldu. Faşizme karşı teslimiyetsiz bir mücadele anlayışına sahip olduklarından KIZILDERE DİRENİŞİ'ni gerçekleştirdiler. Üç yiğit devrimciyi, Deniz'i, Yusuf'u, Hüseyin'i ipe çekerek nelere kadir olduğunu kanıtlama çabasında olan oligarşinin, halk yığınlarına gözdağı verip devrimcileri yıldırmak arzusuyla tutuşan oligarşinin katliamına karşı direndiler. Yoldaşlarının kurtarılması uğruna kendilerini feda etmekten geri kalmadıklannı kanıtladılar.

10'lar, Kızıldere'de oligarşinin baskı ve tenkil politikasına, azgın sömürüsüne karşı çıktıkları için öldürüldüler. Devrim uğruna teslim olmayı değil, direnerek ölmeyi savundukları için öldürüldüler.

KIZILDERE DİRENİŞİ, yaşanılan günlerde, bir rastlantı, bir istisna değildi. Daha önceden Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçı, Koray Doğan hunharca katledilmişlerdi. Daha sonraları, Deniz, Yusuf ve Hüseyin oligarşinin cellatları tarafından öldürüldü. İbrahim Kaypakkaya işkencehanelerde faşizme karşı yiğitçe direndi ve öldürüldü. Kızıldere katliamı ise bütün bu dönem boyunca halk yığınlarına uygulanan eziyetin bir parçasıydı. Ve bu direniş, halk yığınlarının hoşnutsuzluğunun en çarpıcı, en somut örneğinden başka bir şey değildi.

Bütün bu olup bitenler, 12 Mart askeri darbesi ile başlayan karanlık günlerde yaşandı. Kızıldere'de halkın evlatlarının niçin hunharca katledildiğinin, bütün 12 Mart açık faşizmi döneminde onlarca yurtseverin neden kurşunlandığının, işkencehanelere, zindanlara atıldığının ve emekçi halkın azgınca sömürüldüğünün cevabı bu ünlü faşist muhtıranın veriliş amacında saklıdır. Fabrika önlerinde kurşunlanan grev gözcüleri, jandarma dipçiğinin altında inleyen yoksul köylüler, milli zulmün katmerlisine uğrayan, horlanan Kürt ulusu bu muhtıranın yalnızca sömürücülere hizmet ettiğini gördü ve yaşadı.

12 Mart dönemi boyunca hakim sınıflar daha fazla semirdi, emekçi yığınları daha fazla sömürdü.

Evet, niçin ihtiyaç duyulmuştu 12 Mart muhtırasına?

Çünkü, 1971'e gelindiğinde, oligarşinin muteber temsilcisi Tağmaç'ın deyişiyle sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmıştı. Halk yığınlarının mücadelesinin boyutları, kendiliğinden bir niteliğe sahip olmasına rağmen, hakim sınıfların sömürülerini disipline etme çabaları karşısında önemli bir engel teşkil edebiliyordu. Bütün örgütsüzlüğüne ve dağınıklığına rağmen, halkın mücadelesi oligarşinin oldukça telaşa kapılmasına yetmişti. Toplumsal huzursuzluk had safhaya ulaşmıştı. Üstelik, proleter devrimcilerin bu toplumsal huzursuzluğu örgütleme doğrultusundaki girişimleri oligarşi açısından bardağı taşıran son damla oldu. Bu bakımdan, 12 Mart askeri darbesi, sosyal uyanışın oligarşi lehine durdurulması yolunda atılmış bir adımdı.

Öte yandan, ülke ekonomisinin çarpık gelişimine tekabül eden çelişkili ve zoraki bir ittifak olan oligarşik diktatörlüğün sorunları, yalnızca yükselen halk muhalefeti de değildi. 12 Mart muhtırası oligarşi içindeki çatışmalara da bir çözüm olmak zorundaydı. Oligarşinin değişik kanatları, halkın yükselen muhalefeti karşısında birleşirken, sömürüden pay alma kavgasında birbirlerine düşmüşlerdi.

Bu kavga, oligarşiyi meydana getiren unsurların farklılığından kaynaklanıyordu. İktidardaki hakim ittifak, bir yanda emperyalizmin doğrudan uzantısı olan tekelci burjuvazi ve öte yanda toprak ağalarının ve tefeci tüccarların en irilerinin oluşturduğu kesimler tarafından meydana gelmişti. Aralarındaki bu ortaklık, zoraki bir ortaklıktı. Herbirinin tek başına cılızlığından ve emperyalizmin sömürüsünün karakterinden dolayı birlikte olmaları, sömürü sofrasını paylaşmada kendi aralarında dalaşmalarını engellemiyor, tersine körüklüyordu. Çünkü tekelci burjuvazinin nihai amacı tek başına iktidar olmaktı. Bu koşullarda, dışa bağımlı ve cılız tekelci burjuvazi ile oligarşi içinde temsil edilen tekel dışı unsurlar arasında nispi bir uzlaşma sözkonusuydu.

Bunlardan, emperyalizmle ta başından bütünleşmiş olan tekelci burjuvazi, oligarşinin bel kemiğini oluşturur. Ve oligarşi içindeki siyasi sürtüşmeler, esas olarak, tekelci burjuvazinin ekonomideki sömürü payını tekel dışı unsurlar aleyhine artırma çabasından kaynaklanır. Ne varki, tekelci burjuvazi diğer unsurları tamamen tasfıye etme şansına sahip olamadığından, süreç içinde, kendisinin daha çok paya sahip olduğu yeni bir uzlaşma aramaktaydı.

1971'lere gelindiğinde, teşvik tedbirleri, finansman kanunları, vb. girişimlerde, tekelci buıjuvazi kendi dışındaki unsurların tasfiyesine yönelik adımlar atmıştı. Böylece, oligarşi içindeki sürtüşmeler önemli boyutlar kazanmış ve hakim sınıflar gerçekten yönetemez bir duruma düşmüşlerdi. Tekelci burjuvazi, oligarşi içindeki uzlaşmanın, kendi lehine yeniden kurulmasını arzulamaktaydı. Ve 12 Mart askeri darbesi, nispi bir istikrarın sağlanması amacıyla oligarşi içindeki bu nispi uzlaşmanın yeniden kurulmasına hizmet etmişti.

İşte 12 Mart, sömürenler açısından, kimin daha fazla sömüreceğinin de bir kavgasıdır. Bu kavganın bir sömürü kavgası olduğunu ve kabağın her durumda sömürülenlerin başında patlayacağını unutmamak gerekir. Oligarşi içindeki çekişme yamyamların kendi aralarındaki çekişmedir. Kaynayan 12 Mart kazanının içinde pişen, emekçi halklardan başkası değildi. Didik didik edilen, etleri parçalanan, emekçilerdi; kurşunlanan, zindanlarda çürütülen, halkın öncüleriydi. 12 Mart ne getirdi, ne götürdü sorusunun en kısa cevabı budur...

12 Mart tüm halkımıza açlık, zulüm, baskı, pahalılıktan başka birşey getirmedi. Bütün bu dönem, faşizmin azgınca saldırdığı, kan içtiği bir açık terör dönemidir.

Grevler yasaklanıyor, direnenler, zindanlara tıkılıyordu. Ülke, işkencehanelerin karanlığında ve darağaçlarının gölgesinde sıkıyönetimle yönetiliyordu. Halkların kurtuluşu yolunda mücadele eden devrimciler katlediliyor; yurtseverleri, hapislerde çürütmek, ipe çekmek için mahkemeler kuruluyordu.

Bu dönem boyunca, ATAŞ'ta, MKE'de, Ereğli Kömür İşletmelerinde ve daha birçok işyerlerinde sayısız grevler ertelendi, yasaklandı. İşsizliğin, pahalılığın ölümle, katliamla birlikte kolkola gezdiği ülkede, emekçilerin en hayati hakları bir kalemde silindi. Örneğin, 1970'de 111 olan grev sayısı 1971'de 78'e düştü. Faşizmin en yoğun olduğu; 1972-73'de grev sayısı 48 ve 55'e kadar düştü. Faşizmin açık uygulamasıyla yarı yarıya azaldı grevler. Emekçilerin en doğal hakları gaspedildi. Yani hakim sınıfLar, vatan-millet-sakarya edebiyatı ile, devletin yüce çıkarlarını koruma çığlıkları ile ücretleri artırmanın, sosyal hakları elde etmenin yollarını tıkadılar.

"Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütünüz" diye Kürt ulusuna katliamlar uyguladılar, onların yaşama hakkına tecavüz ettiler. Bölücülük iddiasıyla Kürt demokratlarının yüzlercesini zindanlara tıktılar.

Memurların, öğretmenlerin sendikalaşma hakları ellerinden alındı. Okullar birer medreseye çevrildi; yoksul köylülerin toprak istekleri jandarma dipçiğiyle bastırıldı. Küçük üretici, geçimini bile sağlayamadığı taban fiyatlarla susturuldu. Yine bu dönemdeki ücretlerdeki gelişmeye bakmak bile, çarkın kimin için döndüğünü ve bu çarkın kimlerin hakkını öğüttüğünü anlamak için yeterlidir. 1970 yılında 35.3TL olan gerçek işçi ücretleri, 1971'de 33.7 TL'ye ve 1972'de 33.3 TL'ye kadar düşürüldü. Emekçilerin yediği ekmeğin bir parçasına, içtiği çorbanın bir tasına açıktan el konuldu. Bir yandan baskı ve zulüm, öte yandan işsizlik, pahalılık emekçi yığınların üzerine bütün ağırlığıyla çöktü.

Oligarşi, kana, paraya doymak bilmiyordu. Halkın iliğini, kemiğini sömürdükçe azgınlaştı. Azgınlaştıkça saldırdı. Kısacası 12 Mart döneminin bilançosu, halkın yaşam düzeyini düşürerek tekelci burjuvaziye mali kaynak yaratmak; baskı ve terörü artırarak halkın muhalefetini yıldırmak ve sessizce boyun eğmesini sağlamak; her türden zulüm ve sömürüyü katmerleştirmek diye özetlenebilir...

Ve bir de, nispi durgunluk dönemlerinde, halkın çıkarlarının en keskin savunuculuğunu yüklenenlerin, gerçek savaş günlerinde çirkin yüzlerini açığa çıkarması bakımından önemlidir, 12 Mart dönemi: Kendisini "işçi partisi" diye gösterenler, sıkıyönetim kapan deyince kapanan, teslim ol deyince teslim olan bir trajedinin şarlatan oyuncuları oldular. İhbarcılık ettiler. Karşı-devrimci saflara geçip devrimcilere küfrettiler. Teslim olmayı reddedenleri maceracılıkla, anarşistlikle suçladılar. Oligarşi ile aynı tempoda, onun gönüllü borazanlığını yaptılar. Kimileri de bir köşede oturup olup biteni seyretti, karanlık günlerin kendiliğinden geçmesini beklemeyi yeğledi.

Velhasıl, yoksul halkımız ve devrimciler 12 Mart dönemi boyunca bir kez daha gördü ateşi ve ihaneti. Belki, 12 Mart'ın dönekleri dönekliklerini unuttular, unutuldu sandılar. Ama halkımız kendisine ihanet edenleri unutmadı; kendi kurtuluş savaşçılarını hiç mi hiç unutmadı.

Bunun içindir ki, beş yıl sonra yeniden anarken, diyoruz ki,12 Mart'ın zulmü unutulmayacak!

Kızıldere Direnişi unutulmayacak!

Kızıldere Direnişi, Devrimci Hareketimizin yenilgisine rağmen, yenilginin ortasında dimdik duran bir anıttır.

Hakim sınıfların karanlık yüreklerinde bir korkudur.

Halkların ezik yüreklerinde, biraz hüzün, ama daha çok bir ışık, bir umut kaynağıdır.

Evet, 30 Mart 1972, oligarşinin sarhoş generallerinin zafer çığlıkları attığı bir gündü. Yiğit savaşçıların cesetleri üzerinde tepindikleri bir gündü. Ama ayıldıklarında kirli kanlarını donduran bir gerçekle karşılaştılar:

Birde çok olup çokta bir olan, hepsi birer Mahir, hepsi birer Saffet; Hüdai, Nihat, Ahmet, Ertan, Ömer, Cihan, Sabahattin, Kazım olan halkın diğer evlatlarını hatırlamak zorundaydılar.

Ne bazukaları, topları, ne de idam sehpaları yetmezdi çünkü hepsini teker teker, onar onar yok etmeye; ve bu coşkun seli durdurmaya. Karşılarında, her köyün bir KIZILDERE olmaya namzet oIduğu, her devrimcinin 10'lar arasına katılmaya can attığı korkutucu bir süreç ve bunun sonucunda devrimci mücadelenin er veya geç başarısı vardı.

Ve 10'lar, Kızıldere'de bazukaların yaktığı, yıktığı köyevinin küllerine gömülmedi. 10'lar halkın kalbine, devrimcilerin bilincine gömüldüler.

10'lar öldüler.

Devrimci Hareketimiz yenildi.

Ama hiçbir şey bitmedi.

Daha 30 Mart sabahında, Ahmet Atasoy'un karısı Dürdane Kadın, işkencehanede zulmün en katmerlisinin, sancının en onurlusunun meyvesini verdi. Kurtuluş doğdu. Kurtuluş şimdi beş yaşında. Kurtuluş büyüyor. Kurtuluş büyüyecek.

Daha 30 Mart sabahında, devrimci hareketin militanları bir kez daha hınçla bilendiler. Devrimci Hareketimiz yenilgiden bu yana beş uzun yıl yaşadı. Devrimci Hareket büyüyor. Devrimci Hareket büyüyecek.
KIZILDERE DİRENİŞİ UNUTULMAYACAK!

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Geçmiş karşısında
doğru devrimci tavır
ne olmalıdır ?

Devrimci Gençlik. Özel Sayı, 28 Mart 1977

12 Mart, Devrimci Hareket açısından ağır bir yenilgi olarak ortaya çıktı.

Ülkemiz devriminin ve onun vazgeçilmez önkoşulu olan bağımsız bir devrimci hareketin, bu yenilginin devrimci dersleri üzerinde yükseleceğine şüphe yoktur.

Engels diyor ki: "Sert bir çarpışmadan sonraki bir yenilgi devrimci değeri kolayca kazanılmış bir zafere eşit bir olaydır."

İşte 1971 yenilgisi ülkemiz devrimi açısından çok zengin dersler ihtiva eden böyle bir muhteva taşımaktadır. Bugünün en önemli sorunlarından biri de kuşkusuz ki geçmişin devrimci derslerinin sağlıklı bir şekilde ortaya çıkarılmasıdır.

Geçmişi ele alıştaki metot ne olmalıdır? Geçmiş hareketin yenigisi karşısındaki devrimci tavır nasıl olmalıdır?

Bu konuda herşeyden önce şunu ortaya koymak gerekir. Bugünün sorunları karşısında doğru ve bütünsel bir bakış açısına sahip olmayanlar geçmişi doğru bir şekilde değerlendiremezler.

Bugünün sonınlan karşısında tam bir ilkesizlik içinde bulunanlar, eklektisizmin bataklığı içinde yüzenler, her konuda bir tek yanlılığa varıp çakılmaya mahkumdurlar. Bugüne tek yanlı bakış, geçmişin ele alınışındaki bir tek yanlılığa ve onun inkarcılığına varıp dayanmak zorundadır.

Genellikle, geçmişe bakışımızı bugünkü görüşlerimizin belirlediği savı ihmal edilir. Oysa bugüne bakışımız, bugünün sorunlarını kavrayışımız dünü değerlendirişimizi koşullandırır. Dünü bugünkü görüşlerimiz açısından değerlendiririz.

İginçtir, bu şekilde kimisi geçmişte sosyal emperyalizme hizmeti buldu, kimisi de ABD emperyalizmine..., kimileri de goşizmi, anarşizmi ve maceracılığı...

Bu yüzden, bugünkü sorunlar konusunda bütünsel ve doğru bir bakış açısına sahip olmayanların geçmişi doğru bir şekilde değerlendirmeleri mümkün değildir diyoruz. Bugünün sorunları karşısında eksiklikler, tek yanlılıklar mutlaka geçmişi ele alışta ortaya çıkacaktır.

Bugün için bütünsel bir bakış açısına sahip olmayanların geçmiş karşısındaki tavrı onu orasından burasından çekiştirmekten öteye gidemez. Bu şekilde geçmiş karşısında devrimci bir tavrın alınması olanaksızdır.

12 Mart sonrasında bu soydan çok "geçmiş eleştirileri" ortaya atıldı. Herbirisi sübjektif-idealizmle malul, her birisi tek yanlılığın inkar illeti içinde boğulup kalan sözde eleştiriler.

Öte yandan, biz geçmişi bugünkü görevlerimiz açısından ele alıp incelemeliyiz. Yoksa geçmiş hareketi analitik yöntemle parça parça ele alıp orası yanlış, burası kötü gibi bir değerlendirmeye gitmek ve onun içinden "kötüleri" atıp "iyileri seçmek" tamamen saçma ve idealistçe bir şeydir. Oysa "hareketin, kendi seyri içinde bütün eskimiş ve cansız fikir kalıntılarını süpürüp bir kenara atacağına ufak bir şüphe dahi yoktur. Ama böyle bir kenara atış, sadece eski hataların reddedilmesi durumuna indirgenilmemelidir. Fakat mukayese kabul etmeyecek kadar önemli olan şey, bunun yeni görevlerin yerine getirilmesine yönelik... yapıcı devrimci çalışma şeklini alması gerektiğidir" (Lenin).

Geçmiş hareketin ele alınışının bugünün somut görevleri çerçevesindeki diyalektik kavrayıştan uzaklaşılması ve onun parça parça sözde "iyilerini alıp kötülerini atmak" sonuçta kaçınılmaz olarak bir ilkesiz.eklektisizmi (seçmeciliği) ortaya çıkarır. 12 Mart’tan sonra ortalıkta en çok görülen akım -bu yüzden- böyle bir ilkesiz eklektisizm oldu. Kimi proleter ihtilalci yanlarını savunup "küçük burjuva ihtilalci ve revizyonist yanlarını" reddederken, kimi ihtilalci ruhuna sahip çıkıp "teslimiyetçi" yanlarını atarken sonuç olarak inkarcılığın çeşitli kılıflarını yaratmaktan başka birşey yapmadılar. Böylesi iflah olmaz "seçmecilerin" geçmiş üzerine şatafatlı, süslü sözleri gürültü ile tekrar edip durmaktan bir an olsun geri durmamalarına rağmen, hemen daima ya Çin ya da Sovyet kapısına varıp dayanmaları raslantı değildir.

Geçmişin "Kemalizm" sorunu, suni denge sorunuydu; şuydu, buydu diye parça parça çekiştirilip durularak ve böyle sözde geçmiş eleştirilerinden başlayarak ilkesiz eklektisizmden, kafa karışıklığından ve tam bir siyasi bulanıklıktan başka bir yere varılamayacağı için; işte tam da bu yüzden geçmişin devrimci, bütünsel ve sağlıklı bir değerlendirmesinin, ancak bugünün somut sorunları ve temel meseleleri konusunda bütünsel bir bakış açısırıa sahip olan DEVRİMCİ BİR HAREKET TARAFINDAN YAPILABİLECEĞİNİ SÖYLÜYORUZ. Eleştiri ancak o zaman geçmişin inkarı olarak değil, geçmişin bugün ve gelecek içindeki yerinin kavranılması olarak, geleceğin bir ipucu, bir yol göstericisi olarak ortaya çıkabilir.

"Bırakın liberallerin ve dehşete düşmüş entelleklüellerin özgürlük adına verilen ik gerçek kitle muharebelerinden ödleri kopsun, bırakın korkaklar gibi döğüştüğünüz yere tekrar gitmevin, ölüme giden yola bir daha ayak basmayın desinler, sınıf bilincine sahip proletarya onlara şöyle cevap verecektir: Tarihte bütün devrimlerin büyük sorunları sadece ileri sınıfların tekrar tekrar saldırıları ile çözülmüştür ve onlar yenilgi derslerini öğrendikten sonra zafere ulaştılar. Yenilmiş ordıılar iyi öğrenirler" (Lenin).
 

 
 

DG Anasayfaya dön     DY anasayfaya dön    THKP-C anasayfaya  dön

Devrimci Yol Dün Bugün ve Yarindir! -2014-